Hiç şüphesiz ki tarihin en tehlikeli ve kırılgan günlerini yaşıyoruz. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte kurulması arzulanan tek kutuplu liberal dünya anlatısından geriye sadece yeni bir savaşın korkusu ve ekonomik endişeler kaldı. Soğuk Savaş döneminde olası bir savaşta kimin kimin yanında olacağı ve bu savaşın başını çekecek olan devletler belliydi. Bugünün dünyası ise Soğuk Savaş’ın tahmin edilebilir düşmanlıklarından ve keskin sınırlarla ayrılmış bloklarından mahrum. Her şeyin her an değişebileceği, son derece kaygan ve karmaşık bir dünya düzeni, uluslararası ilişkiler uzmanlarının geleceğe dair sağlıklı analiz yapmasını da zorlaştırıyor. Bu zorluğun temel sebeplerinden biri de hâlen dünyanın ekonomik, siyasal ve de askeri olarak en ileri seviyede olan ülkesi ABD’nin dış politikada izleyeceği tutumun onun iç siyasetinde yaşanabilecek dönüşümlere bağlı olmasıdır.
Tek kutuplu dünya düzeninin başlangıcından bugüne kadar olan süreçte yaşanan gelişmeler ve güncel durum ABD halkında liberal dünya düzenine ve bu düzenin inşasında ABD’nin aldığı role olan inancını kaybetmesine yol açtı. ABD halkının bu güven kırıklığını sadece ekonomik boyutlarıyla açıklamak hatalı olur çünkü aynı zamanda kimlikler üzerinde şekillenen ciddi bir sosyolojik boyutu da var. Bu faktörler ABD iç siyasetinde illiberal ve popülist bir dalganın doğmasına yol açtı. Trump’ın ABD başkanı olduktan sonra dünyanın gözü önünde sergilediği tüm tuhaflıklarına ve skandallarına rağmen hâlen gelecek seçimlerde ABD başkanlığı için adı geçen en güçlü adaylardan biri olarak görülmesi de bu dalganın bir sonucu olarak ele alabiliriz.
Trump ya da onun görüşlerinin takipçisi birinin tekrar oval ofise gelmesinin dünya jeopolitiği için geri dönülemez sonuçları olacaktır. Böyle bir lider dış politikada Biden’a göre çok daha bencil izolasyonist politikalar izleyecektir. Bu da Avrupa’nın, elindeki tüm imkanlarla ona meydan okumaya hazır Rusya ve artık kendini uluslararası arenada göstermeye başlayan Çin karşısında yalnız kalması demektir. Avrupa, yanında ABD desteği olmadan böyle bir karşılaşmada kendini savunmaya hazır değil. Son iki dünya savaşında ve karşılaşılan her krizde ABD desteğine muhtaç olmuştu ve ABD de Avrupalı dostları için elini taşın altına koymaktan hiçbir zaman geri durmamıştı. Ancak bu desteğin ve koruyuculuğun eskisi gibi devam edeceğini ummak hatalı olacaktır. Zaten Avrupa da koşulların eskisiyle aynı olmadığının farkında olduğu için Avrupa Ordusu veya Avrupa Siyasi Topluluğu gibi örgütlenmelerle kendi başının çaresine bakmanın yollarını arıyor. Ancak bu çabaların en azından şu anda bir karşılığı ya da pratikte bir yaptırımı yoktur ve yakın gelecekte de olmayacak gibi duruyor.
Her ne kadar ara seçimlerde Trump’ın desteklediği adayların kötü performansı onun Cumhuriyetçi parti içindeki sorgulanamaz liderliğini tartışmaya açsa da Trump hâlen ABD siyasetine yön verecek güçte bir aktör ve partide de ağırlığı en fazla olan isim. Ancak Trump’ın ara seçimlerdeki başarısızlığının ona herhangi bir yaptırımı olmayacağını düşünmek de yanlış olur. Özellikle bu durum ara seçimler sonrası adı 2024 seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti başkan adaylığı için sıklıkla anılmaya başlayan Florida valisi Ron Desantis’in adaylık için elini kuvvetlendirmiş olabilir. En yakın rakibine yüzde yirmi gibi büyük bir oy farkı atarak Florida valiliğine seçilen DeSantis tam bir siyasi deha ve kitleleri de arkasından sürükleyebilecek bir karizmaya sahip. Onun muhtemel adaylığı 2024 başkanlık seçimlerinde Demokratları zora sokabilir ve karşısındaki adaya da bağlı olarak oval ofisi Cumhuriyetçilere teslim etmesine yol açabilir.
DeSanstis’in ya da başka bir Cumhuriyetçi adayın olası başkanlık döneminde izleyeceği iç ve dış politikanın ana hatlarının Trump’tan çok farklı olabileceğini söylemek ne yazık ki mümkün değil.
Eğer kavramı artık siyaset bilimi literatüründe kullanmamız gerekirse Trumpizm, ABD siyasetine gökten inmedi. Neoliberal dünya düzeninin getirdiği tahribatın ABD’deki bir tezahürü olarak karşımıza çıktı. Aynı tahribatın dünyanın birçok ülkesinde de benzer popülist aşırı sağcı akımların doğmasına yol açtığını da kolaylıkla gözlemleyebiliriz. Ancak buradaki fark ABD’nin dünya jeopolitiğindeki konumu sebebiyle alacağı tavrın diğer ülkelerin iç siyasetini ve dış siyasetini de belirleyici güçte olmasıdır. ABD iç siyasetindeki dönüşümlerin dünya siyasetinde ne kadar etkili olduğunu Trump’ın ABD başkanı seçilmesiyle birlikte adeta domino etkisiyle diğer ülkelerde de aşırı sağcı popülist siyasi hareketlerin iktidara taşındığını gözlemleyerek anlamıştık.
Dünya siyaseti her geçen gün çok daha kırılgan ve tahmini zor bir hâl alıyor. Tarihin oldukça hızlı aktığı bugünlerde ABD’nin yakın gelecekte iç siyasette alacağı yönün dünya tarihi için belirleyici olacağı kuşkusuzdur.