Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte liberal demokrasinin zafer naraları, duyulmaya başladı. Bu dönemlerde siyaset bilimci olan Fukuyama, liberal demokrasinin dünyadaki sorgulanamaz hakimiyeti ile insanoğlunun varabileceği son noktaya vardığını “tarihin sonu” tezi ile ileri sürdü ve bu tez akademide büyük yankı uyandırdı. Kuşkusuz ki burada zaferin en büyük övgüsünü, liberal demokrasinin lokomotifi olarak görülen “küreselleşme”aldı. Bu dönemler, gerçekten de liberal masallara uygundu. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte yoksulluk, küresel düzeyde ciddi bir şekilde azaldı ve yaşam standartları da küresel düzeyde arttı.
Masalın aynı toz pembelikle devam edeceğini umut edenler, zamanın ilerlemesiyle karşılaşılan bütün global şoklarda hüsrana uğradılar. Böylece post-neoliberal dünya düzenine doğru ilerlediğimiz şu günlerde, küreselleşmenin dünya jeopolitiğindeki yeri tartışmaların odağından biri haline geldi. Her ne kadar bu tartışmaların odak noktası, küreselleşmenin bitmesi ve sıradakinin ne olacağı konusu olsa da ben meseleye bu açıdan bakmıyorum. Bunun yerine, küreselleşmenin günümüzde evrensel ölçekte bir olgu olmaktan çıktığını ve bunun gitgide kutuplar arasında bir olgu olmaya doğru evrildiğini düşünüyorum.
Bu süreçte haklı olarak, küreselleşme kavramını sorgulamayı düşündüren bazı olaylar yaşandı. 2008’deki dünya finansal krizi, Brexit süreci ile İngiltere’nin AB’den ayrılması, Trump’ın ABD başkanı olmasıyla zirveye ulaşan sağ popülizmi ve bu ideolojinin getirdiği korumacı politikaları, Covid-19 salgını ve Donald Trump döneminde başlayıp Joe Biden döneminde devam eden ABD-Çin arasındaki ticaret savaşları… Sıraladığım bu olayların hepsi küreselleşme kavramını sorgulattı. Bu konudaki son darbe ise Rusya’dan geldi ve Ukrayna’yı işgal etti. Bu krizler küreselleşmenin fonksiyonunda ve insanlar nezdindeki meşrutiyetinde önemli değişikliklere yol açtı.
Hiç şüphesiz ki günümüz dünyası liberal anlatının aksine global bir köy olmaktan çok uzakta. Küresel ölçekte sermayeye sahip olan ve insan hareketlerinin serbest olduğu bir dünyada yaşamıyoruz. Gün geçtikçe de bu dengeler küreselleşmenin aleyhine değişiyor. Çoğu ülke, korumacı politikalar izleyerek birçok ürünü kendi üretmeye başladı. Bunun haricinde ülkelerin, ürünü ucuza ihraç edebileceği ülkeler yerine politik olarak kendisine yakın gördüğü ülkelerden ihraç etmeyi tercih ettiğini görüyoruz. Üstelik bu eğilim, ekonomisini global çalkalanmalardan korumaya çalışan ve gelişmekte olan ülkelerle de sınırlı kalmıyor. Küreselleşmenin başat aktörü olarak görülen ABD Başkanı Biden’ın “Yabancı tedarik zincirlerine güvenmek yerine Amerika’da yapalım.” tweeti buna çok açık bir örnek olarak gösterilebilir.
Ancak bunlar bize küreselleşmenin bittiğini ve devletlerin ekonomik olarak tamamen içe kapandığını göstermez. Küreselleşmenin iki önemli göstergesi vardır. Bunlardan biri dünyada yapılan ticaretin, ekonomik üretim içindeki payıdır. Bu pay 2021 yılını referans aldığımızda yüzde 52 gibi hâlen yüksek bir rakamdır. Küreselleşmenin altın çağı olarak görülen 90’lı yıllarda bile bu oran yüzde 40 seviyelerindedir. Zirve olarak kabul ettiğimiz 2008 yılında ise bu oran yüzde 61 seviyesindedir. Bir diğer önemli gösterge de doğrudan dış yatırımlardır. Doğrudan dış yatırım istatistikleri incelediğimizde de aynı eğilimi görürüz. Bu nedenle bu iki önemli istatistiği göz önünde bulundurarak küreselleşmenin bittiğine dair yorumların, somut bir temele dayandığını söylememiz mümkün değildir.
Küreselleşmenin bu yeni şekli, birçok bilinmezliğe ve tehdide kapı aralıyor. Şu an sahip olduğumuz uluslararası örgütlerin ve kurumların çok kutuplu küreselleşmeye uyumlu hale getirilmesi için birtakım yapısal reformların gerçekleştirilmesi gerekiyor ve bu durum başlıca bir sorun olarak önümüze çıkıyor. Ayrıca bu yeni oluşan çok kutuplu dünyada, kutupları belirleyecek tek unsur ekonomi olmayacak. Ülkelerin siyasi yapıları, insan haklarına ve
özgürlüklerine karşı tutumları ile askeri güçleri de bu kutupları ayrıştırmada önemli rol oynayacak. Ayrıca liberal dünya savunmasında önemli tezlerden biri olan karşılıklı ekonomik bağımlılığın ülkeler arası savaşı engellediği tezi, bu yeni konjektürde söz konusu olmayacak. Her ne kadar bu teze uymayan örnekler bulunsa da tarihin diğer dönemlerine kıyasla barışçı bir dönemde yaşadığımız bir gerçek. Ancak kutuplar arası bağımlılığın önemli derecede azalacağı ve çok kutuplu dünyada çatışma riskininin geçmişe kıyasla artacağı öngörüsünde bulunmakta haksız sayılmayız.
Küreselleşmenin yeni şeklini dikkate alarak onu, uluslararası kurumlar aracılığıyla kurala bağlamak ve tüm insanlığın faydasını, eşitliğini gözetecek şekilde düzenlemek post-neoliberal dünya düzenini belirleyecek aktörlerin ana konusu olmalıdır. Aksi takdirde son yıllarda kriz üstüne kriz yaşayarak her zamankinden daha kırılgan hale gelen dünya düzeni, yeni ve hâlen sürmekte olan küresel krizler karşısında her zamankinden daha fazla tehlike altında olacaktır.