İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İsrail-Lübnan Deniz Sınırı Antlaşması: Çıkarın İdeolojiye Karşı Zaferi

Her geçen gün yeni gerilimlere sahne olan Doğu Akdeniz’de tansiyonu düşürecek ve bölgede kısmi bir barış ortamı sağlayacak antlaşma, iki düşman devlet olan İsrail ve Lübnan arasında imzalandı. İsrail Başbakanı Yair Lapid, İsrail’in kuruluşundan (1948) beri teknik olarak savaşta olduğu Lübnan ile yaptığı antlaşmayı; İsrail’in güvenliğini güçlendirecek, ekonomisine daha fazla kaynak aktarımı sağlayacak ve kuzey sınırında istikrarı tesis edebilecek tarihi bir antlaşma olarak nitelendirdi. Antlaşmanın Lübnan’a sağlayacağı faydalar ise hayati önem taşıyor. Tarihinin en büyük ekonomik kriziyle boğuşan Lübnan için ekonomi, şu anda hem halkın hem de hükümetin ana gündemini oluşturuyor. Bu nedenle, halkının yüzde 80’i yoksulluk sınırı altında yaşam mücadelesi veren ve evlere günde sadece birkaç saat elektrik sağlayabilen Lübnan için anlaşmanın ekonomik vaatleri oldukça önemli. Bu yüzdendir ki, İsrail’i yok etmeyi varlığının temel motivasyonu edinmiş Hizbullah bile bu anlaşmaya razı oldu hatta bunun için çaba sarf etti. Zaten Hizbullah’ın Lübnan yönetimi üzerindeki etkisini düşünecek olursak böyle bir anlaşmanın Hizbullah’ın onayı olmadan yapılamayacağı aşikar.

Lübnan ile İsrail’in senelerdir süregelen deniz yetki alanları sınırlandırması sorunu iki ülke arasındaki gerilimin odak noktasını oluşturuyor. Öyle ki bu sorun iki ülkeyi zaman zaman savaşın eşiğine kadar getirdi. Anlaşmazlığın söz konusu olduğu 860 kilometrekare genişliğe sahip olan alanda çok zengin doğalgaz ve petrol kaynakları olduğu biliniyor. Bugüne kadar bu kaynaklardan faydalanamayan iki ülke imzalanan anlaşma sayesinde kendilerine ayrılan sahada sondaj, keşif ve gaz çıkarma faaliyetlerinde bulunabilecek. 

İki ülke arasında yapılan antlaşmanın zamanlaması da oldukça manidar. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinden bu yana tüm dünyada ve özellikle Avrupa’da her geçen gün derinleşen bir enerji krizi söz konusu. Her ne kadar Avrupa devletlerinin hükümetleri krizi çözmek için ellerinden gelen her yolu deneseler de enerji fiyatları sürekli artıyor. Anlaşmaya varılan bölgelerde çıkarılmayı bekleyen gaz kaynakları, kısa dönemde Avrupa’nın enerji problemine çare olmasa da uzun vadede Avrupa’nın Rus gazına olan bağımlılığından kurtulması için kayda değer bir adım. Ayrıca bu durum Rusya’ya verilen önemli bir mesaj olarak da yorumlanabilir.

Antlaşmanın kazananları sadece Lübnan, İsrail ve Avrupa’yla da sınırlı değil. Antlaşmanın imzalanmasında ve ona giden süreçte Amerika Birleşik Devletleri’nin oynadığı rol de çok değerli. ABD’nin Orta Doğu politikaları ve bu politikalar doğrultusunda attığı adımlar birçok eleştiriye konu olmuştur. Özellikle 11 Eylül sonrası ABD’nin Orta Doğu’daki fütursuz hamlelerini göz önüne alırsak bu eleştirilerin haklı gerekçelere dayandığını söyleyebiliriz. Ancak kabul etmek gerekir ki teknik olarak hâlen savaşta olan İsrail ve Lübnan arasındaki anlaşmaya ABD’den başka hiçbir güç arabuluculuk edemezdi. Bu arabuluculuk başarısı, aynı zamanda geniş çevrelerce kabul edilen ABD’nin Orta Doğu’da etkisinin önemli ölçüde azaldığı görüşüne sağlam bir karşılık veriyor ve hâlen bölgede önemli bir yaptırım gücü olduğunu gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde Biden, Suudi Arabistan öncülüğündeki OPEC ülkelerine petrol üretimini arttırmaları için talepte bulundu ancak buna rağmen OPEC ülkeleri petrol üretimini azalttı. Bu durumun Biden’ın karizmasına yaptığı olumsuz etki ABD’nin antlaşmada bu denli ısrarcı bir rol oynamasının sebeplerinden biri olabilir. Biden hem OPEC kararı sonrası zedelenen karizmasını yükseltme hem de antlaşmayı yaklaşan ara seçimler öncesi kendi hükümetinin bir dış politika zaferi olarak gösterme imkanı buldu.

Antlaşma bazı geniş çaplı sonuçlar da doğurabilir. Bu doğrultuda antlaşmanın taraflar için kazan kazan niteliğinde olması ve taraf hükümetlerin de antlaşmanın kendi çıkarlarına hizmet ettiği konusundaki vurguları çok önemli. Zira antlaşmanın bu yapısı, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki diğer ihtilaflar için cesaretlendirici bir örnek teşkil ediyor olabilir. Bu ihtilafların başında ise hiç kuşkusuz İsrail-Filistin sorunu, Türk-Yunan gerilimi ve Kıbrıs meselesi geliyor. Çatışmanın ve sürekli gerilimin kaynak israfı olduğu ve ülke halkları üzerine psikolojik olarak yıpratıcı bir etkide bulunduğu oldukça açıktır. Bu nedenle ihtilaflı ülkeler arasındaki müzakerelerin ideolojik kılıf ve popülist retorikle gölgelenmesi yerine sağduyu ve karşılıklı çıkarlar üzerine sürdürülmesi barış için hayati önem arz ediyor.