Uluslararası göç kavramı ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası işçi göçleriyle ortaya çıktı ve ilk dönemlerinde devletleri rahatsız eden bir durum yoktu. Savaş sonrası emek gücüne olan ihtiyaç yüzünden işçi göçlerinin önü açıldı. Böylece insanların büyük bir bölümü doğudan batıya ve güneyden kuzeye doğru hareket etti. Soğuk Savaşın bitmesi ile birlikte göç kavramı devletlerin ulusal, toplumsal ve ekonomik güvenliğine karşı bir tehdit olarak algılanmaya başladı. Uluslararası göç, devletler arasında esas olarak 2001 ve sonrasında ciddi bir problem olarak görülmeye başlandı. Küreselleşen dünyada, 11 Eylül saldırısının yaşanması dengeleri değiştirdi ve devletleri güvenlik konusunda yeni politikalar geliştirmeye yöneltti. 2008 yılında özellikle Avrupa’da hissedilen ekonomik kriz, bunalımda olan Avrupa ülkelerinin göçmenleri ekonomik açıdan bir yük olarak görmelerine neden oldu. 2011’de yaşanan Arap Baharı’ndan sonra ortaya çıkan büyük göç dalgası, güvenlik konusundaki tehdit algılarını besledi. IŞİD’in Avrupa’da gerçekleştirdiği terör saldırıları da bu tehdidi kamuoyunda meşrulaştırmaya yaradı. Avrupa’da bulunan göçmenlerin büyük çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle göçmen karşıtlığı yeni bir boyut kazanarak İslamofobiye dönüştü. Özellikle aşırı sağ partiler bu durumu kullanarak söylemlerini sertleştirdi ve “göçmenleri güvenlikleştirici” bir dil kullanmaya başladı. Bununla birlikte göçmenleri her konuda varoluşsal bir tehdit olarak algıladılar. Kendi sınırlarının, güvenliklerinin ve kültürlerinin göçmenler tarafından yok edileceğine inandılar. Aynı zamanda demografik yapılarının bozulacağını düşündüler. Sonuçta insanlar işsizlik, terörizm, kaçakçılık, hırsızlık, fuhuş gibi olaylardan göçmenleri sorumlu tutmaya başladı. Azınlık durumunda bulunan göçmenler dünyanın her yerinde “günah keçisi” ilan edildi. Bununla birlikte sağ partiler, refah hizmetlerinin sadece ülkenin kendi vatandaşlarına yönelik olmasını destekleyen bir “refah şovenizmi” politikası da izlemeye başladı.
Ulusal Birlik Partisi’ne başkanlık eden Marine Le Pen, Fransa’da göçmen karşıtlığı ile bilinen popüler sağ bir liderdir. Le Pen babasının aksine, anti-semitik dil kullanmadı ama bunun yerine İslamofobik söylemlere yöneldi. Küreselleşme ve Avrupa Birliği (AB) karşıtlığını savunan Le Pen, yerel halk için “bizler” ve göçmenler için de “ötekiler” diyerek bir ayrıştırma yaptı. Bununla beraber, Müslümanlara yönelik hakaret boyutuna ulaşan sözlerle bu iki grubu kutuplaştırdı. Le Pen, özellikle IŞİD saldırıları nedeniyle ulusal sınırlarını koruma ve göçmenlerden kurtulma hedeflerini açıkça dile getirdi. Göçmen karşıtı görüşlerini Müslümanlar ile teröristler arasında kurduğu bağlantı üzerinden inşa etti. Le Pen, “İslam’ı tüm yönleri ile yasaklamak istiyorum.”dedi. Bu sözü Fransa’da yaşayan milyonlarca Müslüman’ın haklarına karşı bir tehdit oluşturdu. Ayrıca ifadesi Fransa’nın “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” ilkelerine de zarar veriyordu. Bunlara rağmen Le Pen’in son iki seçim döneminden beri oy oranını oldukça yükseltti. Bu yükseliş ırkçı söylemlerin ne denli tehlike oluşturduğunu gözler önüne seriyor. Göçmenleri “Fransa topraklarında serbest bir şekilde dolaşan teröristler” olarak tasvir eden Le Pen, Avrupa’da yükselen popülist sağ partilerin göçmenleri nasıl güvenlikleştirdiğine açık bir örnek teşkil ediyor.
İtalya’da ise eylül ayında yapılan seçimlerde Giorgia Meloni oy çoğunluğunu topladı ve Mussolini sonrası ilk defa İtalya’da aşırı sağ bir parti iktidara geldi. Meloni bünyesindeki FDI Partisi; Avrupa’ya şüpheyle yaklaşan, göçmen ve mülteci karşıtlığını hedef alan, İtalyan egemenliğini koruyan nitelikte ve Avrupa’nın Müslümanlaştırılmasına karşı savaşması gerektiği gibi ilkeleri bulunan aşırı sağ bir partidir. Eylül ayında iktidara gelen parti, siyasal düzlemde “neo-faşist” veya “Mussolini fanatiği” olarak anılıyor.
Macaristan’da da sağ hareket yükselmeye başladı ve sağcılık kendini 2010’dan bu yana başbakanlık koltuğunda oturan Viktor Orban ile gösterdi. Orban’ın gelişi 2008 krizinin Macaristan’daki olumsuz yansımasının bir sonucuydu ve Avrupa’ya sürpriz oldu. Bu da bizlere liberal yönetimde yaşanan problemlerin seçimlerde sağ partilerin elini güçlendireceği sonucunu verir. Orban’ın göçmenlere karşı kullandığı nefret söylemleri, AB’nin göçmenlere yönelik politikaları konusunda halkta endişe yarattı ve bir tehdit algısı oluşturdu. Orban’ın aşırı popülist söylemleri ile birlikte “Attila’nın torunlarıyız biz ve AB’den çıkacağız.” gibi daha da ayrılıkçı söylemleri bulunan Jobbik Partisi ana muhalefete yükseldi. Mülteci taleplerinin büyük çoğunluğunun reddedilmesi, Sırbistan sınırına duvar örme fikri, AB’nin mülteci kabul anlaşmasına hayır oylaması ve BREXİT sonrası Macaristan’ın da HUXIT adı ile AB’den ayrılabileceği yönündeki söylemler… Sıraladığımız bu nedenlerin hepsi Macaristan’da radikal sağın daha da yükselmesine ve halkın göçmenler konusunda nefret beslemesine yol açtı.
Avusturya’da ise sağ kanatta dikkatleri üzerine çeken ve Heimat ideolojisini benimseyen parti Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) oldu. “Heimat” kavramı “vatan” kavramının ötesinde kültürel boyutları da içeren bir toplumu ifade eder ve FPÖ lideri, özellikle göçmen grupların “heimat” ın hiçbir zaman parçası olamayacaklarını kesin bir dille belirtti. FPÖ, özellikle de Arap Baharı sonrasında yaşanan göçmen krizi ile birlikte gösterdiği tutumlara kamuoyunda destek bularak daha cesur ve açık bir ırkçılığa yöneldi. Bir de göçmenleri ülkenin güvenliğini, ulusal ekonomiyi ve toplumsal yapıyı bozmakla suçlayıp onları “sahte” ve “düzen bozucu” olarak tanımladı hatta “terörist” olarak bile öne sürdü. Soğuk Savaş sonrası NATO’ya destek verip kendi bütçesini azaltan Almanya bile yıllar sonra silahlanma kararı aldı. Bu da sağ partilerin devamlı olarak öne sürdükleri AB şüpheciliği, kendi sınırlarını koruma, yerli üretime dönüş, dışa bağımlılığın azaltılması gibi söylemlerin devlet politikalarını etkilediğini ve 2014 yılında Almanya’da ortaya çıkan ve lokal topluluklar halinde bir araya gelerek protesto ve gösteriler yapan PEGİDA (Batının İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar) göçmen karşıtlığının Almanya’da da yükseldiğini gösterir.
Sonuç olarak bakıldığında Avrupa’da yükselen aşırı sağ hareketleri yeni değildir. Soğuk Savaş sonrasına kadar dayanan uzun bir süreçtir. Küreselleşen dünyanın yaşadığı sancılar ise popülist sağ partilerin elini güçlendirip onların siyasal düzlemde taraftar toplamalarına sebep oluyor. Geçmişte yaşananların üzerine iki sene boyunca hayatı felç eden pandemi dönemi AB’ye olan güveni daha da sarstı. Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte bu tehditler artarak popülist sağın merceğine girdi. Milyonlarca Ukraynalı vatandaşın Avrupa’ya göç etmesi, enflasyonun yükselmesi bir de enerji ve gıda krizinin yaşanması gibi sebeplerden dolayı Avrupa halkı siyasilere olan güvenini kaybetti ve sağ partilerin yükselmesine zemin oluştu. Dini, medeniyeti, kültürü ve etnik kökeni farklı olan insanları tanımlamak ve onları ötekileştirmeye çabalayan görüşler insan haklarının evrensel niteliğiyle değiştirilmektedir. Sağın yükselişi Avrupa’nın kurucu değerlerine zıt olmakla beraber Avrupa bütünleşmesi ve derinleşmesine zarar veriyor. Aktörlerin güvenlikleştirici söylemleri sonucu hem toplumda hem de kurumsal alanda milliyetçilik düşünceleri yükselir. Yükselen bu düşünceler sert güç kullanımının önünü açarak sorunun kaynağı değil nesnesi olan göçmenleri hedef alarak küresel bir sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirir. Rusya-Ukrayna örneği gibi savaşlar, küresel ısınma ve iklim krizleri dünyada olduğu sürece göç de var olacaktır. Popülist sağ liderlerin ağızlarından düşürmediği göç karşıtı söylemler ve halkların göçmenlere yönelik yaklaşımları bu süreci kaosa sürüklemek dışında bir etkiye sahip olmadığı gibi bu söylemlerin herhangi bir yararı da yoktur. Dolayısıyla bu söylemler ile göçü engellemeye çalışmak yerine tüm dünyayı etkileyen ve küresel bir sorun haline gelen uluslararası göçün nasıl düzenli bir şekilde yönetileceği yönünde politikalar araştırılmalı ve uygulanmalıdır.